Ehl-i Beyt'in Makamnn Meleklerden Üstün
Olduğuna Dahil Deliler :
Birdenbire bu anlamlı ve " varis'in derin ziyareti " beynimde alevleniverdi. Hz.
İmam Hüseyin( a.s. )'e hitapla :
" Selam sana ey Âdem ( a.s. )'ın varisi , Allah'ın seçkin kulu
Selam sana ey Nuh ( a.s. )'ın varisi , Allah'ın peygamberi
Selam sana ey İbrahim ( a.s. )'ın varisi , Allah'ın dostu
Selam sana ey İsa ( a.s. )'ın varisi , Allah'ın ruh'u
Selam sana ey Ali ( a.s. )'ın varisi , Allah'ın velisi..."
Garip ! Kerbelâ sahnesi birdenbire gözlerimin önünde yeryüzü genişliğinde
yayılıverdi ; Hz. İmam Hüseyin'in komutasında , Fırat kıyısında durmuş ,
yetmişiki kişilik bir saf tarih boyunca uzanıverdi. Başı , Âdem- dünyada insan
türünün ortaya çıkışı ile başlıyor ve sonu âhir zamana kadar , tarihin bitimine
kadar devam eden bir saf .
Öyleyse Hüseyin , Yezid'in içki içmesi ve aşağılık etmesi nedeniyle ona savaş
açmış ve bu acı olaya sebebiyet vermiş bir politikacı değildir . O, Âdem'den
itibaren elden ele dolaşıp insanlığın eline geçen ve şimdi de İmam Hüseyin'in
elinde olan al bir bayrağın varisidir. Hüseyin de , " Her ay Muharrem , her gün
Aşûra ve her yer Kerbelâ " Şiârıyla bu bayrağı elden ele emanet ederek
insanların , rehberlerin ve insanlık tarihinde adâletten yana olan tüm özgür
insanlara teslim etmiştir. İşte ölüme ve bayrağı tüm nesillere bırakmak için
gittiği bu son ânda , gelecek asırlara haykırır :
" Acaba bana yardım eedecek biri var mı ? "
Ehl-i Beyt'in meleklerden daha üstün bir makama sahip olduklarına dair hemen
hemen tüm Ehl-i Sümmet hadis kitaplarında mevcut olup elimizde bulunmaktadır.
Bunun yanı sıra : meleklerinde Onlara tevessül ettiklerine dair rivayetlerde
bulunmaktadır.
Hz. Peygamber'in ( s.a.v. ) bu konuyla ilişkin şöyle dediği nakledilmiştir. " Ya
Ali ! Eğer biz olmasaydık Allah'u Teala ; Adem'i ve Havva'yı , cennet ile
cehennem'i semaları ve yerleri yaratmazdı." O halde ; meleklerden neden üstün
olmayalım ? Kuşkusuz , meleklerin Allah'ı tanımalarında, zikretmelerinde ,
şahadet etmelerinde ve mukaddes zatını bilmelerinde ancak bizler idik, onları
yönlendiren ve onlara öncelik eden de biziz..." ( Bihar'ul- Envar , c. 26 , s.
335 ve Uyun-u Ahbar'ir Riza , s. 114 ) .
İmam Cafer Saduk ( a.s. ) şöyle buyurmaktadır : " Her gün meleklerden bir tanesi
, biz Ehl- Beyt'in velayeti ile Allah'a yakınlaşır ve bizi sevenler için
istiğraf yani ( Allah'tan bağışlama ) diler. Düşmanlarımız içinde lanet
okumaktadır. " ( Bihar'ul-Envar , c. 26, s. 339 ve Besair'ud-Derecat , s. 21 ) .
Bu yönde Hz. Muhammed ( s.a.v. )'den gelen bir diğer rivayetde şöyledir : "
İsrafil ( a.s. ) , Cebrail ( a.s. )'den daha üstün bir makama sahip olduğu için
bir an olsun övündü. Onlar birbirleriyle tartışırken , Yüce Allah vahiy ederek :
" Susun ! İzzet ve Celalime and olsun ki, ben sizden daha hayırlı ve üstün
olanları yarattım ." Onlar : " Ya Rabb'i ! Sen, bizden daha hayırlısını mı
yarattın ? Doğrusu ; sen bizi nurdan yaratmıştın..."
Allah'u Teala onların meraklarını gidermek için şöyle hitap etti : " Evet "
Kudret hicaplarına emrederek gerçekleri görmelerini istedi : " Açılın ey
hitaplar ! " O anda arşta yazılmış olan isimler göründü... Alah'tan başka ilah
yoktur. Muhammed , Ali , Fatıma , Hasan ve Hüseyin Allah'ın en çok sevdiği
kullarıdır. "
Cebaril ( a.s. ) böyle bir anda : Ya Rabb'i , Ehl-i Beyt'in hakkı adına , beni
Onların hizmetçisi olarak karar kıl ."
Allah : " Seni onların hizmetsini yaptım . " Sonra Peygamber şöyle buyurdu : "
Cebrail ( a.s. ) benim Ehl-i Beyt'indendir. Doğrusu ; o bizim hizmetçimizdir. "
( Bihar'ul-Envar , c. 26 , s. 344 ve İrşad'ul-Kulub , s. 214 ).
Kur'an ve Ehl-i Beyt'te Adalet'tin Değeri :
Kur'an ve Ehl-i Beyt olarak çalışmalarımızın çok basit olduğu görülmekle ile
bunun gerçeklerle bağlantısının olduğundan dolayı uzamak zorunluğunu
hissetmektedir. Çalışmalarımızın başında şöyle bir konuyu dile getirmiş ve bu
paragraftan yola çıkrarak sadece ve yalnız gerçeklerin yer alacağı bir çalışma
olacağını şöylemiştik. Bu şöyleyişimizde de kalmayıp bunu gerçekleştirmek için
her belgeli kaynaklara baş vurduk.
İslam'in ilk kutsal öğreticiler ilk etkisini İslam'a yönelenlerin, ve bunlarla
beraber inananların fikir ve düşünceleri üzerinde kendini gösterdi. İslam sadece
dünya, insan ve toplum bilim hakkında birtakım yeni öğretiler getirmenin yanı
sıra da düşünce , düşünme ve dünyaya bakış tarzını değiştirmiştir. Bu yeni
durumun önemi birincisinin öneminden daha az değildir demek en doğru olacağı bir
gerçektir.
Her öğretici ve öğretmen öğrencilerine yeni şeyler öğretmek isterken, her ekol
izleyicilerine yeni yeni bilgilerinde verilmesine arzu etmektedir ; ancak bu
arada da sadece bazı öğretmenler ve bazı ekoller öğrenci ve izleyicilerine yeni
bir mantık yürütmeyi ve onların düşünce tarzının dozunuda kendi bilinci
çerçevesinde biçimlemeyide ister.
Biz bu konuyu biraz açmak istersek mantıksal olarak nasıl değiştireceğimizi,
düşünce tarzlarını nasıl değişikliğe uğrayacağını fikirsellerinin kendi
yönlerine çevireceğini düşünmekte zor olmayacaktır sanırım.
İnsan, düşünen bir varlık olduğu için gerek bilimsel ve gerekse toplumsal
meselelerde istidlâl eder, delil getirir ; getirdiği delillerde ister istemez
bazı ilkelere dayanır ve o ilkelere göre de sonuç almayı, hükümler koymayı
amaçlar.
Mantık ve düşünce biçiminin farklılığı, istidlâl ve sonuç çıkarmada kullanılan
ilke ve temellerin farklılığına dayanır. Çıkarımların, sonuçların dayandığı ilke
ve temeller farklı oldu mu , ister istemez düşünceler ve mantıklar da
değişikliğe uğramaya makum kalır.
Bilimsel konularda, her dönemde ve zamanın bilimsel ruhuyla aşina olanlar
arasında düşünce biçimleri hemen hemen aynıdır. Eğer bir değişiklik varsa,
farklı zamanlardaki düşünce arasındadır ; fakat toplumsal meselelerde hatta aynı
zamanda yaşayan insanlar bile aynı şekilde düşünmektedirler. Bunun da bir sırrı,
nedeni vardır ki, şimdilik konumuzun dışında olduğundan üzerinde durmayacağız.
İnsan toplumsal ve ahlâki meselelerle karşılaştığından ister istemez bir tür
değerlendirmeler yapar, değer yargılamasında bulunur. Bu değerlendirmelerde
meseleleri sınıflandırır, her biri için farklı değerler biçmeye kalkışır. Bu
derecelendirme ve sınıflandırmaya dayanarak kullandığı ilke ve
kanun temeller başkalarının değerlendirmelerinden farklı olmakta ve sonuçta
düşünce tarzları da farklılık arz etmektedir.
Meselâ iffet , özellikle kadın için toplumsal bir meseledir. Acaba bu konuyu
değerlendirmeye herkes aynı şekilde mi yaklaşıyor ? Kesinlikle hayır,
değerlendirmeler oldukça farklıdır. Halktan bazıları bunun hiçbir değeri ve
anlamı olmadığına inanırken. İffet konusunun onların düşünce sisteminde hiçbir
değer ve rolü yoktur. Öte yandan halktan bazıları iffet konusuna sınırsız olarak
değer verir ve bu değeri görmezlikten gelmekle hayatını hiçbir değeri
kalmayacağına inanır.
Adalet, İslam vasıtasıyla yeniden hayat bulan ve fevkalâde değer kazanan
meselelerden biridir. İslam adaleti sadece tavsiye etmek veya sadece onu
uygulamakla yetinmemiş, aynı zamanda adaletin değerini yükseltmiştir. Bunu
Nehc'ül-Belağa'da Hz. İmam Ali ( a.s. ) dilinden duymamız daha uygun olacaktır :
" Akıllı ve zeki birisi Hz. İmam Ali 'ye şöyle bir soru " yöneltti : " Adalet mi
daha üstündür , yoksa cömertlik mi ? "
Bu soruda iki insani özellik söz konusu edilmiştir. İnsanoğlu daima zulümden
kaçmış ve başkasının bir karşılık beklemeden yaptığı iyilik ve ihsanı takdirle
anmış , övünmüştür.
Yukardaki sorunun cevabı çok kolay görünmektedir : Bağış ve cömertlik adaletten
üstündür ; çünkü adalet başkalarının hakkını gözetmek, hukukunu çiğnememektir ;
cömertlik , eli açıklık ise insanın kendi haklarını elleriyle başkasına
bağışlamasıdır. Adaletle davranan kimse, başkalarının hakkına tecavüz etmez veya
başkalarının haklarını tecavüzden ve saldırganlardan korur. Fakat bağışta
bulunan cömertlik eden, fedakârlıkta bulunarak kendi kesin hakkını başka birine
veriyor. O halde cömertlik, adaletten daha üstündür.
Gerçekten de meseleyi eğer sadece ahlâki ve kişisel ölçülerle değerlendirecek
olursak, bu tesbit doğrudur. Yani cömertlik , adaletten daha fazla insanın
mükemmeliğini, ruhunun yüceliğini ve ... adaletten daha iyi göstermektedir.
Fakat Hz. İmam Ali ( a.s. ) yukardaki görüşün aksini ileri sürmektedir. Hz. İmam
Ali ( a.s. ) iki sebepten dolayı adaletin cömertlikten daha üstün olduğunu
savunuyor. Birincisi şu ki :
Adalet, işleri doğal mecrasına, yatağına koyar ; cömertlik ise işleri doğal
mecrasından çıkarır ."
Çünkü adalet kavramı, doğal ve gerçek hak etme ve liyakatlerin dikkate alınması
ve bundan herkese işi, yeteneği ve liyakati ölçüsünde verilmesidir. Adaletin
hakim olduğu toplum, her parçası kendi yerinde olması gereken bir makine
gibidir. Oysa cömertlik , kendi meşru malını başkasına bağışlayan cömert kişi
açısından her ne kadar fevkalâde değerli olsa da , bu takdire şayan davranışın
doğal bir akım olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Cömertlik, organlarından
biri hasta olan ve diğer organlarının geçici olarak bütün çabalarını onu
kurtarmaya harcayan bir beden gibidir. Toplumsal açıdan, toplumun böyle hasta
bir organının olmaması daha iyidir ; çünkü bu durumda toplumun bireylerinin
çabası , hasta bir organı tedavi etmek yerine toplumun genel olarak tekâmülü
yönünde odaklaşır. İkincisi ise şu ki ;
" Adalet , genel ve kapsamlı bir kanundur ; cömertlik ise , istisnai bir
durumdur ."
Adalet bütün tolumu kapsayan bir tedbir, herkesin yürüyebileceği bir anayoldur.
Halbuki cömertlik böyle değildir. Esasen cömertlik, kapsamlı ve genel bir kaide
olsaydı, artık bağış olmaktan çıkardı.
Hz. Ali ( a.s. )'dan daha sonra şu sonucu alıyoruz : " O hâlde adalet bu
ikisinin en üstünü ve en faziletlisidir ." ( Nehc'ül-Belâğa , kısa sözler . 437
) .
İnsan ve insanı ilgilendiren konular hakkında böyle düşünmek özel bir
değerlendirme temeline dayanan özel bir hür düşünce türüdür. Bu değerlendirmenin
kökü toplumun önem ve asilliği gerçeğine uzanır. Ayrı bir deyişle, bu
değerlendirmenin kökü toplumsal ilkeleri ahlâkî ilkelere önceliği temeline
dayanır. Yani toplumsal ilke ve değerler birinci derece , ahlaki ilkeler
ikinci derece de önemlidir. Birinci gövdedir, ikinci ise dal ; birinci direktir,
ikinci ise süs ve ziynet
Hz. İmam Ali ( a.s. ) açısından, toplumdaki dengeyi koruyabilecek , herkesi razı
edecek olan ilke, adalettir. Zulüm ve ayrımcılık hatta zalimin kendisinin ve
lehine zulmedilenin ruhunu razı ve huzurlu tutma gücüne sahip değilken,
zulmedilenleri ve haksızlığa uğrayanları nasıl hoşnut ve huzurlu kılabilir ? !
... Adalet , herkesi kapsamına alabilecek ve bir sorunla karşılaşmadan
kendisinden geçirebilecek büyük bir yoldur ; fakat zulüm ve haksızlık hatta
zalimin kendisini bile maksadına ulaşmayan çıkmazlardır.
Bilindiği üzer " Osman b. Affan , hilafeti döneminde " Müslümanların umumi
mallarından bir bölümünü akrabaları ve yakınlarının mülkiyetine geçirmişti.
Osman'dan sonra , İmam Ali ( a.s ) işleri eline aldı. Hz. İmam Ali ( a.s. ),
hükümlerini geçmişe yaymamasını , geçmişi karıştırmamasını , çabaları bundan
böyle kendi imamet döneminde vuku bulacak olaylarla sınırlandırmasını istediler
; fakat İmam Ali ( a.s. ) " Eski hak kesinlikle yok olmaz ." cevabını vererek
şöyle buyurdular :
" And olsun Allah'a ki , onların gelirleri yüzünden evlendikleri kadınlardan ,
satın aldıkları cariyelerden, temellük ettikleri arazîden ne bulursam, alıp
beytülmâle geri vereceğim ; çünkü adalette genişlik vardır. ( adalet herkesi
kapsamına alabilir , vücudu şişen hasta adalet sınırına sığmaz. Zulüm ise daha
da dardır ). Adaletle iş görmekten âciz olan, cevirle iş görmede daha da âciz
olur . " ( Nehc'ül-Belâğa, hutbe . 15 ) .
Yani adalet insanın bir sınır olarak inanabileceği, sınırlarına razı ve kani
olabileceği bir şeydir. Ancak eğer bu sınır kırılır, bu iman insandan alınırsa
ve insan adımını sınırın öte tarafına atarsa, artık kendine bir sınır tanımaz ve
varacağı her yeni sınırda doymak bilmeyen tabiatı ve şehveti gereğince başka bir
sınıra susar ve hoşnutsuzluğu daha bir artar.
Peygamberler Ve Ehl-i Beyt Adaletsizliğe Seyirci Kalamazlar :
İnsan fıtratı üzerinde bir araştırma yapmak isterseniz eğer bu aşamada da bir
adaletin gerçekliğini savunursanız bunun beşeri bir insan tarafından adaletle
idare edileceğini düşünemezsiniz. Çünkü adalet her işin veya yapısal olarak
kanun ve hukukların başında gelir. Bu aşamada bir adaletten bashedilirse ilk
etapta peygamberler ve Ehl-i Beyt gelir.
Hz. İmam Ali ( a.s. ) adaleti uygulamayı ilahi bir vazife ve hatta daha da öteye
ilâhi bir kanun bilmekte, İslam-i öğretilere vakıf bir Müslümana ayırımcılık ve
adaletsizliğe seyirci kalmasını doğru görmemektedir.
Bununda gerçekliğini Şıkşıkıye hutbesinde, geçmişteki üzücü siyasi olayları
açıkladıktan sonra diyor ki : İnsanlar Osman'ın öldürülmesinden sonra bana doğru
hücum ettiler, ısrarla Müslümanların başına geçmeyi kabul etmemi istediler, ben
ise geçmişte gerçekleşen o acı olaylardan ve durumun o kadar bozulmasından sonra
bu ağır görevi kabul etmek istemiyordum. Fakat kabul etmeseydim hakikat
karıştırılacaktı, Ali'nin başından beri bu işe ilgisi yoktu ve bu meselelere
önem vermiyor, denilecekti. Fakat İslm dininin yani ( devletinin ) toplumun
zalim ve mazlum olmak üzere iki gruba ayrıldığı, birinin tokluktan ve diğerinin
ise açlıktan rahatsız olduğu bir ortamda elimi kolumu bağlayarak seyirci kalmama
müsaade etmediğinden bu ağır vazifeyi üstlemdim. Ve şöyle devam ediyor :
" Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana , insanı yaratana, bu topluluk,
biat için toplanmasaydı, Allah'ın zâlimin doyup zulmetmemesi, mazlûmun aç
kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı, hilafet devesinin
yularını sırtına atardım ; ümmetin sonuncusunun, ilkinin kâsesiyle suvarır
giderdim... " ( Nehc'ül- Belâğa , hutbe . 3 ) . İmam Ali ( a.s. )'ın yukarda
kast ettiği acı olayın Emevilerin tekrar amaçlarına kavuştukları Ömer b.
Hattab'ın Müslümanların başında halife olup hilafeti eline geçirmesidir. Bunun
bir gerçek olduğu tüm Ehl-i Sünnet alimlerininde bildiği bir gerçektir.
Hz. Adem ( a.s. )'ın Varisi İmam Hüseyin ( a.s. ) :
Tabiat ve fıtrat iki ayrı kavram olarak çalışmalarımızın ekolonisini oluşturmak
amacıyla çalışmalarımızı etkiler. Bu aşamada bizimde insan fıtratı üzerine bir
araştırma yapma gereğindiyiz. Biz bu çalışmayı Dr. Ali Şeriati'nin ( Adem a.s.
Varisi olan kitabından yararlanmayı uygun gördük. Dr. Ali Şeriatinin Hz. İmam
Ali ( a.s. )'ın konuşmalarında olan kimilerin diliyle " Şikşikiyye " kimilerinde
dil kavramlarıyla " Şakşakiyye " : Hz. İmam Ali ( a.s. )'ın mehşur hutbelerine
verilen ad olarak adlandırılır. Yalnız burda olan bir gerçeğin altını çizmemizde
yarar var sanarakta tüm peygamberlerin Ehl-i Beyt'ten ve ayrıcada Hz. İmam
Hüseyin'in Kerbela'da şehid olacağından haberdardılar.
Yaşamı ukdelerinden acıların ve yaraların ; ölü arzuların, boşa çıkmış
umutların, ezilmişlerin sonu olmayan aşkların, bastırılmış öfkelerin her
birikimi ve hepsi nemelâzımcılık, istememek, yapmamak , olmamak, söylememek,
gitmemek ve hayır, hayır hayır ! olan halkımızın yaşamında " Aşura ", başların
yaşlandığı şefkâtli dizler ve gözyaşlarının döküldüğü etektir. İnsanlığın bu
korkunç trajedisinde, herkes kendi trajedisine ağlar. Bu günlerde gönül yalnızca
seçim hakkına değilde, hissetme hakkına ; gözler yalnızca bakma hakkına değil,
gözyaşı dökme hakkına ; gırtlaklar, yalnızca haykırma hakkına değil, inleme
hakkına bile sahip değildir. Yitirdikleri haklarını, ağlayıp sızlanmaya muhtaç
kırılmış gururlarını, her yıl Aşura ile yeniden kazanırlar. Fakat utanç
duyarlar. Ardından haykırışların gizlendiği dudaklardaki zoraki tebessüm ve
isyanları izleyen yüzlerdeki zoraki huzur, onları, yeryüzünde dolaşan birer
şehid kılmıştır. Gittikler her yer kerbelâ'dır her ay Muharrem'dir ve
üzerlerinden geçen her gün Aşurâ !...
" Ruh " işi " yaşam " işine benzemez. Birdenbire bir hiç oluverir ve birdenbire
herşeyi yitirivermek, hayatında bir kaç işle " meşgul " olan ve birkaç alanda
yatırım yapmış kişiyi daha az tedhit eder. Yatırım yaptığı alanda zarara
uğradığı ve bu alanda bir hiç olduğu zaman, diğer alanlar bu zararı karşılar ve
diğer alanlar onu meşgul eder. Fakat tüm varlığını bir " iş "e adayan kişiyi,
sadece bir darbe mahveder ve yokluğunu hisseden bir varlık, ya da varlığını
hisseden bir yokluk " oluverir.
Ruhu, yalnızca tek boyur kazanmış ve tek " sofradan " beslenen, tüm varlığ tek "
direk " üzerine kulurmuş bir çadır olan kişinin aç
ölmesi, suya kanmadan can
vermesi, ya da hafakanlar basması için, bir kıtlığa , bir tüfana ihtiyacı
yoktur.
Bir ömür buyudur " yaşıyorum" . Daha önce yalnızca " diri " idim. Gerçek
hayatımı oluşturan bu yaşam bir " söz " ile geçip gitti. Hayatımın talaşları ,
varlığımın zerreleri, paramparça ruhum, darmadağan duygularım, hayallerim,
düşüncelerim ve ân ân ömrüm, hepsi bir " çakim " içinde olmuş, bir " mıknatıs "
tarafından çekilmiştir sanıyorum. Böylece tüm hareketler, çelişkiler, ikilikler
ben de bir " yön'e "doğru yönelmiş olduğum ve " ruh " ile yaşamıştır. Binbir
çeşit ve binbir türlü olduğum ve darmadağan , kalbim ile beynim arasında yerden
göğe kadar mesafe olduğu ; duygum ve inancım, zevkim ve düşüncem herbiri bir
başka özden, başka bir cins ve başka bir parçayla bir bütün olduğu halde, hepsi
aynı " biçim'de " , aynı " tür'de " ve aynı " eğilim" içerisinde ve bu "
çelişkililik " için de bir " gizli vahdet " . Bendeniz'in de olduğu " küçücük
âlemde " doğan ve doğa ötesi , " idiğim, " görümem " , gaybım" , şehâdetim ", "
maddem ", " mânâ " , " aklım " , " aşkım ", " dinim ", " dünya'm ", "benciliğim
", " insancılığım ", " keyif ve ızdırabım ", " yoksulluk ve zenginlığım ", acı
ve tatlılığım " , " zaferim ve yenilgim "... ki hiçbiri bir kalıba sığmamış, bir
düzene girmemiş ve bir durumda kesinleşmemiştir- hepsi bir tevhid biçimine
dönüşmüş ve hepsi aynı astronominin , aynı çekimin ve aynı güneşin bir manzumesi
olmuştur !
İşte bu aynı o " söz "idi gerçek hayatımı verdiğim dilimin ve kulağımın ondan
başka söylemediği, duymadığı ve bilmediği bir söz ...
" Acaba kendimden "ne yapayım başka bir söz öğretmediler öğretmenlerim ! " Nasıl
çalgıydı o " perde " gerisinde çaldığı o öğreticinin çalgısı ? Ömür geçip gitti
ve aklım hâlâ zevk düşüncesinden gerçeği anlayamadım ! Ve o bir söz : İnsanlar
gibi !... O Aşûraydı " 670 " yılının Aşûrası ...
Ve ben, ölümümün yasını tutuyorum ; gönlümde tüm umutların katledildiği bir
Aşûra var. Ve ben, mazlumumun kader " Kerbelâsının " tanığı ve geriye
bıraktıklarımın esaretinin " şehidiyim ."